Hayat Bir An… O da 04.17…!!!!

Afrika’dayım…… Tarih 5 Şubat 2023…Bu akşam da her zamanki akşamlardan biri…Uyuyoruz, aydınlık yeni bir sabaha uyanmak ümidiyle…Ama öyle olmuyor… 6 Şubat 2023 ve saat 04.17…Keşke rüya olsaydı diyeceğim saatler ve günler başlıyor. Bir telefonla uyanıyorum… Ülkemde, yaşadığım(Diyarbakır)ve doğduğum (Hatay)kentte olan dehşet verici bir sarsıntı sonrası, can havliyle bana ulaşıldığını anlıyorum. Sonra Diyarbakır’da çocuklarım ile birlikte olan anneme ulaşmaya çalışıyorum. Onlara ulaşamadığım, her saniye yıl geliyor bana… İçimde çaresizlik, utanç, suçluluk ve anlamlandıramadığım tarifsiz duygular… Komşularımın yardımıyla seslerini duyup, hayatta olduklarını öğrenir öğrenmez hemen yola çıkıyorum. Sanki yol uzadıkça uzuyor… Felaketin boyutu dakikalar geçtikçe ve gün ağardıkça daha iyi anlaşılıyor. Sonunda onlara kavuşuyor ve sımsıkı sarılıyorum. Şükür ki ben ve çocuklarım iyi… Ama ya yakınlarım!!!.. Onlar benden kilometrelerce uzakta olduğu için daha çocuklarımın sıcaklığı soğumadan hemen ihtiyaç duyulan yakıt, erzak, bebek bezi, tıbbi malzemeleri alıp tekrar Hatay’a doğru yola çıkıyorum. Nice zorluklarla Hatay’a varmak için yaptığım yolculukta gördüğüm korkunç manzaralar, felaketin boyutu tahminlerimin bile çok üzerinde olduğunu gösterdikçe kaygım daha da artıyor. Her yer yerle bir olmuş, sanki dünya başımıza yıkılmıştı.

Hatay Samandağ’a ulaştığımda esas hikaye başlıyor… Ne mutlu bana ki, babam ve kardeşim yaşıyordu. Ya akrabalarım!!!..Akrabalarımdan on altı kişi göçük altında hayatını kaybetti. İşte yaşam ile ölümün yan yana olduğu kadar, mutluluk ile hüzün de yan yanaydı. Ambivalan duygular yaşıyordum. Kime dokunsam derinden yaralıydı. Empati miydi hissedilen ya da neydi bilmiyorum, kendimden daha çok onlara dokunma, yaraları sarma çabam vardı. Çok yoruluyordum, belki tükeniyordum, ama diğer yandan iyileşiyordum da sanki. Yaşadıklarım dimağıma sığmıyordu. Bildiklerim, öğrendiklerim hiçbiri yetmiyordu sanki. Üstelik bu benim yaşadığım ilk felaket değildi.

O mahalle bizimdi… Orada doğmuş, orada büyümüştüm ve daha önceki depremlerde olduğu gibi hayatta kalanlar ile orada hep birlikte yine naylon seralarda kalıyordum. Ama bu sefer bir şeyler daha farklıydı. Uyku nedir unutmuştum, ama birbirimize dayanarak ayakta kalıyordum. Gece birbirimize sarılıp, ağlayıp, gündüz hayattayız diye şükrediyordum. Üşüdükçe birbirimizin nefesi ile ısınarak, acılarımızla güçleniyorduk. Her bir göçük başında canlısına olmasa da ölüsüne bari ulaşabilme umuduyla var gücüyle çabalayan, bekleyen insanları gördükçe çaresizliğime yanıyor, nerede bu yardım ekipleri diye haykırmamak için nefesimi tutuyor ve yutkunuyordum. Bir arkadaşımın “yüreğim” dediği annesini “gömdüm” diye şükredebilmesine tanık oluyor, kahroluyordum. Sırada bekleyen onca cesetlerin karşısında zamanla yarışan defin ekibinin, yakınları gelmeden kimsesiz gömdüğü merhumlara tanık olmaya yüreğim dayanmıyordu. Kokan cesetlere mi, sarılamayan kefenlere mi, gerçekleştirilemeyen ritüellere mi, vedalaşamayan yakınlara mı hangisine yanayım bilemiyordum. “Bana bir kere bile kuzumun yüzünü göstermediniz” diyen annenin yakarışı yüreğimi dağlıyordu. Yas tutmak mı? O an için bir lükstü belki bu, ertelemek ya da bastırmaktı tüm hissedilenleri en doğrusu. Ve bir güne daha uyanıyorduk yine yeniden… Umut anlam kazanıyordu yardım ekiplerini görünce. “Sesimi duyan var mı?” bağırışı, hilti titreşimleri, balyoz, kazma sesleri, dozerler, kepçeler, ambulans sirenleri inadına yaşama bağlıyordu herkesi. Her bir yıkıntıda merakla, umutla bekleyen bakışlar arasında görünen bir sedye,  yeniden umudu yeşertiyordu. Yaşamak, hayatta kalmak için yıkılmamak adına daha fazlasını yapmamız gerekiyor inancıyla yürüyorduk. Birlikte erzak kuyruğuna, odun kuyruğuna, yakıt kuyruğuna giriyorduk. Hepimiz temiz su, duş, tuvalet gibi temel gereksinimlerimizi karşılayamamanın ne demek olduğunu çoktaaan öğrenmiştik. Yaşanan bunca sefaletin üstüne yağma ve talan ile mücadele etmeye çalışıyorduk. Bu kadar zorluk karşısında daha güvenli bir yere gitme düşüncesi de geçmiyor değildi aklımızdan. İşte o zamanda doğduğun büyüdüğün toprakları terk edip gitmek mi, yoksa ait olduğun yerde kalmak mı ikilemi arasında kalıyorduk. Bir an gitmek fikri baskın geliyor ve o zamanda gidecek paramızın olmadığı gerçeği ile yüzleşiyorduk. Tamda bu noktada, yaşamak için temel gereksinimleri karşılamanın ne denli önemli olduğu benim için yeniden anlam kazanıyordu.

Sonuç, yitirilen kayıplar, çaresizlik, isyan, öfke oluyordu. Uykusuz geceler, iliklerinde hissedilen ayaz, gece yakılan ateşler ve gün ışığıyla yeniden canlanan umutlu bekleyiş… Acımız büyük… Gidenin ardından isteğimiz, acılarımızdan anlam bulup, yeniden hayata tutunmak…

 

Bu metin, yüzyılın felaketi olarak nitelendirilen Kahramanmaraş- Pazarcık depremini an be an yaşayan bir psikiyatri hemşiresi Doç. Dr. Funda Gümüş’ün ricasıyla meslektaşı Prof. Dr. Leyla Baysan Arabacı tarafından kaleme alınmıştır.